İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, 2011,(32):249-277

ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK ROMANININ
TOPLUMSAL VE SİYASAL İŞLEVİ ÜZERİNE BİR
İNCELEME: “YEŞİL GECE” VE “YABAN”

Ülkü Ayşe OĞUZHAN BÖREKCÎ1

ÖZET

Türkiye'de ulus devlet olma amacına yönelik değişimlerin tümü modernleşme sürecine bağlantılı bir yapı
sergilemektedir. Nitekim devlet seçkinleri tarafından “inşa edilmiş” bir dönüşüm süreci olarak
adlandırılabilecek bu dönem, onların kendilerine isnat ettikleri toplum mühendisliği rolünün bir parçası
olarak da değerlendirilebilir. Bu bağlamda yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun kökleri üzerine kurulan
yeni Cumhuriyet’in en önemli özelliklerinden biri geçmiş ile sürekliliğini kırılarak yeni bir millet ve ulus
devlet olmaktır.

Bu çerçevede çalışmada, yeni ulus devlet kurgusunun romanlara net bir şekilde yansıdığı ve ulus devlet
ile milli kimlik oluşturma sürecinde romanlardan önemli oranda yararlanıldığı varsayılmıştır. Nitekim
Cumhuriyet’in ilk yıllarında kaleme alınan romanların birçoğunda, Osmanlı İmparatorluğu’yla olan
bağların hemen her anlamda kesilmeye çalışıldığını ve Cumhuriyet’in yeni değerlerinin topluma her
şekilde yerleştirilme amacının güdüldüğünü ifade etmek mümkündür. Buna göre çalışmada, Reşat Nuri
Güntekin’in “Yeşil Gece” ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” romanları incelenmiş ve elde
edilen bulguların çalışmanın varsayımlarını doğrular nitelikte olduğu görülmüştür.

Anahtar Kelimeler: “erken cumhuriyet dönemi”, “roman”, “yaban” ve “yeşil gece”

AN ANALYSIS OF THE SOCIAL AND POLITICAL FUNCTIONS OF EARLY
REPUBLICAN PERIOD TURKISH NOVEL: “YEŞİL GECE” AND “YABAN”

ABSTRACT

In Turkey, all of the changes aimed to become a nation-state display a connection to modernization
process. However, this period, which can be named a process “constructed” by state elites, might be
thought as part of one when these elites attribute the role of social engineering to themselves. In this
respect, one of the most important features of the new Republic, which was founded on the roots of the
fallen Ottoman Empire, is that it kept its continuity with the past and became a new nation and nation¬
state.

In this framework, in the study, it is hypothesized that the new nation-state construct is reflected on the
novels and that the novels had been benefited in the process of forming a national identity through
nation-state notion. However, it is possible to state that in many novels written in the first years of the
Republic, the connection with the Ottoman Empire was aimed to be cut almost in all means, and new
values of the new Republic were aimed to be seeded in the society. According to this, in the study Reşat
Nuri Güntekin’s “Yeşil Gece” and Yakup Kadri Karaosmanoğlu’s “Yaban” were analyzed and it was
seen that the findings supported the hypotheses of the study.

Keywords: “early republican period", “novel”, “yaban”, and “yeşil gece”.

GİRİŞ

Türkiye’de, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte imparatorluk bilincine sahip bir
anlayıştan ulus-devlet oluşumunun gerçekleştiği yeni bir sürece girildiği
görülmektedir. Bu sürecin 20. yüzyılda modern dünyada olduğu gibi Türkiye’de de
ulus-toplumun ve ulus-bireyin yaratılması ile doğrudan bağlantılı olduğunu
söyleyebilmek mümkündür. Zira bu yüzyılda toplum ve birey arasındaki ilişkilerin
niteliği kadar sosyal formasyonunun karakteri de ulus-devletin etkisi altında
tanımlanmıştır. Bu anlamda Osmanlı İmparatorluğu özgürlükçü bir söylem olarak
ortaya çıkan ulusçuluk, mutlakiyet rejimine karşı eleştirel özgürleştirici bir siyasal
hareket olarak ortaya çıkmış ve ardından da bir makro-toplumsal belirleyen haline
gelmiştir. Dolayısıyla ulusçuluk yeni bir toplumsallaşma ekseni ve hakikat söylemi
yaratmanın yanı sıra bu söylemleri organize edip yeni siyasal kadroların oluşumunu
da belirlemiştir. Nitekim ulusçu toplumsal teknolojiler yeni bir bürokratik aygıtın
elinde şekillenmiştir. Bu yönüyle bakıldığında Türkiye’deki ulus-devlet oluşumunun
devletin, toplumun ve bireyin topyekûn dönüştürülmesini hedeflediği görülmektedir
(Açıkel, 2003: 118). Nitekim Cumhuriyet döneminde “düzen” ve “ilerleme”
ilkesinden hareketle yeni bir insan, toplumsal ve siyasal sistem başka bir ifadeyle
yeni bir ulusal kimlik oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu dönemin en önemli özelliği ise
tüm bunların devlet istenciyle gerçekleştirilmiş olması ve Jakoben bir yapı
sergilemesidir. Zira ulus devletin kurucu ideolojisi tarafından tayin edilen
Batılılaşma ideası ile onun gerçekleşme koşulları, Türk modernleşmesini hazırlayan
elitist zihniyete sahip “tarihsel blok” tarafından biçimlendirilmiştir. Osmanlı
yönetim sisteminin taşıyıcı çekirdeği “ilmiye, mülkiye, seyifeye”nin bir anlamda
“zihnen modernleşmiş” devamı olarak nitelendirebilecek “aydın, bürokrasi,
ordu”dan oluşan tarihsel blok, onun sürdürülmesi için gerekli düzeni de
oluşturmuştur. Bu anlamda da siyasal iktidarla kültürel iktidar arasında büyük
ölçüde bütünlük ve örtüşme söz konusu olmuştur (Kahraman, 2004: 135).

Böyle bir ortamda, yeni Cumhuriyetin ve modern bir yapının unsurlarını
halka benimsetmeye çalışan yönetici elitin yararlandığı önemli unsurlardan birinin
edebi bir anlatı türü olan romanlar olduğu görülmektedir. Başka bir ifadeyle modern
bir siyasal yapı (ulus-devlet) inşası ve toplumsal elitin zihnindeki yeni ulus -devlet
kurgusu, dönemin ilk romanlarındaki anlatıyla yansımıştır. Dolayısıyla romanlarda
ele alınan konular ve temsil edilen kahramanlar, çoğunlukla yeni ulus devletin
amaçlanna uygun şekilde biçimlendirilmiştir. Ulus devlet ve milli kimlik bilincinin
oluşturulmaya çalışıldığı bu dönemde, edebiyatçıların çoğunlukla söz konusu amaca
uygun bir yapı sergilediğini ifade edebilmek de mümkündür.

Yöntem

Bu çalışmada, Milli Mücadele Dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllan
kapsamında kaleme alınan romanlardan ulus devlet ve milli kimlik oluşturmanın bir
aracı olarak büyük ölçüde yararlanıldığı varsayılmıştır. Nitekim edebi değerinin yanı
sıra, siyasal ve toplumsal yapıyı dönüştürmenin bir aracı olarak da değerlendirilen
bu dönem romanlarının birçoğunda bir taraftan Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş
nedenlerine karşı eleştirel bir tutum izlenirken, bir taraftan da yeni kurulan
Cumhuriyet’in temel değerlerinin topluma benimsetilmeye çalışıldığı dikkati
çekmektedir. Bu anlamda Erken Cumhuriyet Dönemi Türk romanının toplumsal ve
siyasal işlevini ortaya koyabilmek için çalışmanın örnek olay incelemesinde Reşat
Nuri Güntekin’in “Yeşil Gece” ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban”
romanları incelenmiştir. Bu çerçevede çalışma niteliksel özellik taşıyan betimleyici
bir araştırmadır. Çalışmada ele alınan romanların toplumsal ve siyasal işlevi
belirlenirken hem eserlerde sembolize karakterlerin birebir kendi ifadelerinden hem
de yazarın ve diğer karakterlerin ifadelerinden yararlanılmıştır.

1. Kavramsal Çerçeve

1.1. Erken Cumhuriyet Döneminde Türk Romanının Genel Nitelikleri

Cumhuriyet’in ilk yıllarında edebiyat ve romanın çoğunlukla devlet
siyasetine paralel bir seyirde geliştiği, devlet yöneticilerinin de edebiyatı toplumu
dönüştürmenin ve yeni değerleri yerleştirmenin önemli bir aracı olarak
değerlendirdikleri görülmektedir. Dolayısıyla bu dönemdeki devlet politikası ve
edebiyat ilişkisine değinmekte yarar vardır.

Osmanlı döneminde özellikle Tanzimat’la hız kazanan modernleşme
projesinin, Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle yeni bir boyut kazandığı ve farklı bir
sürece girildiği görülmektedir. Nitekim Batı uygarlığının bölünmez bir bütün olarak
üstünlüğü ile köktenci bir bütünsel kültürel dönüşümün gerekliliği fikri, Osmanlı
İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ortaya konulduysa da devlet siyasetine
dönüşüp kurumsallaşması Cumhuriyet dönemi yönetici elitlerinin “milliyetçilik”
düşüncesi ile gerçekleştirilmiştir. Başka bir ifadeyle, Cumhuriyet öncesi fikri
ortamında olgunlaşmış olan topyekun Batılılaşma yolu ile kuruluş önerisi bu dönem
yöneticileri tarafından milli-devlet anlayışı çerçevesinde hayata geçirilmiştir2. Buna
göre de devleti kurtarmak ve bekasını sağlamak için modernleşme gerekli
görülürken, milliyetçilik modernleşmeyi gerçekleştirmek için kullanılan bir araç
olarak değerlendirilmiştir. Böylece bu dönem Türk milliyetçiliğinde ulus devlet-
ulusal kimlik olguları öncelikle uygarlaşma projesinin bir gereği olarak
benimsenmiştir. (Akman, 2003: 86 - 87, 89)3. Bunun yanı sıra Cumhuriyet rejiminin
uygulamaya koyduğu milliyetçiliğin amacı sadece sanayileşme ve iktisadi kalkınma
gibi modernleşmenin araçsal yönü ile sınırlı kalmamış; medeni ve Batılı modern
vatandaşlar yaratılması hedeflenmiştir. Nitekim 19. yüzyılda yürürlüğe konulan
reformlar pragmatik ve spesifik nedenler taşırken, Cumhuriyet milliyetçiliği ile
reformlar tümel ve ideolojik bir nitelik kazanmıştır (Akman, 2003: 84 - 85)4.

Buna göre yeni dönemde toplumun yeniden inşası ve tanımı gündeme gelmiş,
“modern ve Batılı”, “çağdaş ve laik” bir toplum oluşturabilmek, yeni cumhuriyetin
temel meselelerinden biri olmuştur (Andaç, 2002: 108). Böylece Osmanlı
döneminde gerçekleştirilen reformlarla ifadesini bulan “ıslahat” fikri, Cumhuriyet
döneminde toplumun gelenekçi hayat tarzını, fikirlerini ve kurumlarını baştan sona
değiştirme amacı güden “inkılap” fikrine dönüşmüştür (Karpat, 1962: 80). Nitekim
yeni bir devleti kurma çabaları, yeni bir kültürün oluşturulmasını gerekli
kıldığından, Aydınlanma düşüncesinden hareketle toplumda eğitim ve kültür
alanında birçok atılım gerçekleşmiştir. Bu atılımlar çerçevesinde okur - yazarlığın
artışı ve edebiyatın toplumun eğitimi/aydınlanmasında işlevsel kılınması gibi
planlamalar da birçok kesim tarafından kabul görmüştür. Bu noktada genelde
edebiyata özelde ise romana ayrıcalıklı bir konum atfedilmiş ve böylece roman
önemli bir yere sahip olmuştur (Andaç, 2002: 108).

Romanın bu ayrıcalıklı konumun ve öneminin nedeni ise, yeni bir devletin
inşa edilme sürecinde bir milletin millet olabilmesi için sahip olması gereken en
önemli unsurlardan birinin kendi edebiyatını yaratmak olmasıdır. Nitekim millet
sadece fiziksel sınırlarını değil aynı zamanda zihinsel sınırlarını da genişletmek
zorundadır. Buna göre dil milli kültürün doğuşu için gerekli olan genişletilmiş
iletişim alanları üretirken, edebiyat da milletin kimliği hakkında hikâyeler
yaratmaktadır. Bilindiği gibi Avrupa milliyetçi düşüncesinde dil, edebiyat ve
milletin bir bütünün parçaları olarak değerlendirilmiş ve buna büyük önem
atfedilmiştir. Bu çerçevede dil bir milletin tekilliğinin en derin ifadesi olarak
düşünülürken, edebiyat da milletin kendini yansıttığı “hayali bir ayna” olarak
değerlendirilerek hem bir milletin tezahürü hem de millet - oluşturma sürecinin
parçası olarak ele alınmıştır. Böylece bir anlamda bir milletin günlüğü olarak
nitelendirilebilecek edebiyat onun geçmişinin, şimdisinin ve geleceğinin hikâyesini
anlatmıştır. Bu nedenle edebiyat kültürü, millet olarak bütünlükleri pekiştirmek ve
modernliğe hazır olduklarını göstermek isteyen toplumlar için vazgeçilmez bir önem
taşımıştır. Edebiyat kültürel kimliklerin üretilmesinde olumlu bir etken olduğundan,
entelektüeller de milli edebiyat üretmek için bilinçli bir çaba içine girmişlerdir
(Jusdanis, 1998: 77)4.

Genelde edebiyata ve özelde romana ilişkin bu yaklaşım biçiminin
Cumhuriyet’in kurucuları ve aydınları tarafından da benimsendiğini söyleyebilmek
mümkündür. Nitekim Cumhuriyet’in ilk yıllannda devlet, toplumun yapısını
değiştirmek için edebiyatçılardan yardım beklenmiştir. Birçok yazar da bu
beklentiye cevap vererek, eserlerinde zihinsel dönüşümü gerçekleştirme amacı
gütmüşlerdir (Güneş, 2007: 102). Bu bağlamda Türk romancılığının yüzyıldaki
ivmesini hazırlayan kuşak “ulusal edebiyat” anlayışını benimsemiş, toplumu/insanı
tanımaya, tanımlamaya ve dönenim “tarihsel toplumsal gerçekliklerini” yansıtmaya
önem vermişlerdir (Andaç, 2002: 108). Böylece Cumhuriyet Dönemi Türk
romanının ana işlevlerinden biri, Türk bilincinin yayılması yolunda yayınlar yapmak
ve muasır medeniyetin fikir atmosferini Türkiye’ye taşımak olmuştur. Zira
Tanzimat’la birlikte aydınlar, “milli”lik kavramının unsurlarını romanlarında çeşitli
şekillerde ortaya koymuş olsalar da bu kavram Cumhuriyet’le ivme kazanmış
(Şahin, 2000: 58); siyasi bir projenin bir parçası olarak kabul edilebilecek bu
anlatılara ulus-devlet projesinin ve yaratılmak istenen milli kimliğin yansımaları
hâkim olmuştur (Türkeş, 2003: 820). Bu noktada Cumhuriyet’in kurucu aydınları,
“Milli Dönem EdebiyatçılarTnın “edebiyat” geleneğini neredeyse tamamıyla
devralmışlar ve özellikle Cumhuriyet’in ilk on yılında “milli edebiyat akımı” roman
dünyasına hakim olmuştur (Özkırımlı, 1983: 581). Cumhuriyetin ilk yıllarında milli
edebiyatın ülkenin ruhunu ve sorunlarını, sanatsal bir biçimde yansıtması gerektiği
anlayışı yaygın olarak kabul görmüştür. Buna göre de söz konusu dönemde, bütün
sanatların toplumsal olduğu anlayışı kabul edilmiştir (Karpat, 2009: 83).

Cumhuriyet Türkiye’sinin milliyetçi ideolojisine dahil olan iki felsefi unsur;
halkçılık ve laiklik, edebiyata özel bir yeni yönelim kazandırmıştır. Buna göre,
edebiyattaki halkçılık bütün sosyal gruplar arasında organik ve eşitlikçi bağların
kurulmasını gerektirmiştir. Karpat’a göre yeni edebiyat, Osmanlı sultanlarını ve
onların çevresindekileri kendi hanedan çıkarları uğruna alt sınıftaki Türkleri sömürü
ve zulme maruz bırakan kozmopolit bir yöneticiler sınıf olarak resmetmekteydi. Bu
noktada rejim, özellikle aydınları yardıma çağırmış ve onları toplumun her
kesiminden insana ulaşmak için her tür çabaya girişmeye ve bu uğurda duygu ve
düşüncelerini ifade etmek için de edebiyattan faydalanmaya yöneltmiştir. Burada
amaç insanların gündelik yaşamından alınmış temalara başvurarak elitleri ve
kitleleri birbirine bağlayacak yeni bir milli kimlik ve aidiyet duygusu yaratmak
olmuştur. Diğer taraftan laiklik de dünyaya ve insan ilişkilerine karşı pozitivist bir
bilimsel görüş sağlayacaktı. Bu bağlamda halkevleri edebiyatın yeni kavramlarını ve
Cumhuriyet’in sosyal felsefesini yaygınlaştırmada hayati bir görevi yerine
getirmiştir (2009: 177). Böylece yeni kurulmakta olan Türk Devleti’nin oluşumuna
önemli katkılarda bulunan ve zaman zaman da bu ortamın ideolojik zemininden
beslenen erken Cumhuriyet Dönemi Türk romanına milli kültür, geçmişle
hesaplaşma ve Osmanlı sonrasında kendine başka bir uygarlık alanına dahil etme
çabaları damgasını vurmuştur (Şan, 2004b: 130). Dolayısıyla geleneksel mutlak
otoriteye, İslami epistemolojiye bağlı, Batılı olmayan bir toplum “millileşme” ve
“ulus devlet” olma sürecinde -modernleşme- kültürel anlamda geçmişten,

Osmanlı’nın mutlak egemenliğinden, dolayısıyla edebiyatından bir anlamda kopma
yaşanmıştır (Uysal-Elkatip, 1999: 136)5.

Diğer taraftan edebiyat toplumsal problemlerin maddi -iktisadi nedenlerine
önem vermiş, eğitime toplumsal gelişmeyi tam olarak meydana getirebilecek bir
kuvvet olarak büyük yer ayırmıştır. Akıl ve çözümlemeye ayrıca önem veren eğitim,
toplumda ikilik yaratıp yenileşmeyi engelleyen gericilikle kaderciliğe, yani eski
düzeni koruyan desteklere karşı tek araç olarak kabul edilmiştir. İşte bu da çağdaş
edebiyatın “ideoloji”si olmuştur (Karpat, 2009: 72 - 73). Böylece Karpat’a göre
Türk edebiyatı, konularını mevcut insan yaşayışının ve insanın fiziksel ve sosyal
varoloşunun somut koşullarının analiziyle sınırlanmıştır, bu koşulları değiştirmek ya
da resmi yaşam tarzından farklı bir anlayış benimsemek için gerekli olan eylemlerle
meşgul olmamıştır. Nitekim mevcut ideolojik sınırlamalar da yeni rejimden farklı
bir “ideal sosyal düzen” tartışmasına izin vermemiştir. Ancak pratikte edebiyat
geçmişin edebi mirasıyla geleceğe ilişkin hedefler arasındaki etkileşim aracılığıyla
diyalektik bir tarzda gelişmiştir. Nitekim Cumhuriyet’in ilk yirmi yılındaki yazarlar
Jön Türk döneminde yetişmişlerdi. Bunlar yeni rejimin edebiyat alanındaki
“direktifleri”ne uyum sağlamaya çalışmakla birlikte, kendi yetişme koşulları,
alışkanlıkları ve deneyimlerinden tamamıyla kopamamışlardır (2009: 178).

Kısacası, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle, çağdaş Türk edebiyat tarihi
birbiriyle yakından ilişkili olduğu, Cumhuriyet’in, Türk kültürünü yeniden
yoğurmaya giriştiğinde bireyi ve sosyal düşünceyi kendi kalıpları doğrultusunda
şekillendirmenin temel aracı olarak da edebiyatı seçtiği görülmektedir. Böylece
Cumhuriyet, sosyal edebiyatın gelişimi için yeni bir siyasal, ekonomik, kültürel ve
eğitimsel çerçeve oluşturmuştur. Nitekim 1913- 1920 döneminde Türkiye’ye hakim
olan karamsarlık havasını dağıtan Milli Kurtuluş Savaşı, milli ideolojiye yeni bir
dinamik ve pozitif rol vermiştir ve 1923- 45 dönemi Türk entelektüel yaşamının
hakim unsuru haline getirmiştir. Bu dönemde, devlet edebiyatı gitgide halka hakim
fikirleri aşılamakta kullandığı siyasal ve ideolojik bir araç haline getirmiştir (Karpat,
2009: 175). Böylece edebiyatın kapsam ve içeriği yeniden tanımlanmıştır. Buna göre
edebi eserler okullar başta olmak üzere halka cumhuriyet fikirlerini aşılamakta
öncelikli bir rol oynamalıydı. Yeni edebiyat konusunu temelde ülke sınırları içindeki
insanlar ve olaylarla sınırlamalı ve bu anlamda milli nitelikte olmalıydı. Osmanlı
İmparatorluğu’nun geçmişteki zaferlerine duyulan ilgi, yerini Türk bireyinin
gelecekteki refahına yönelik kaygılara bırakmalıydı. Tüm bunların yanı sıra bu
edebiyat, hümanist bir edebiyat olmalıydı. Edebi ürünlerin ve romanların konusu
Türk insanlarının köylerde, kasabalarda ve şehirlerdeki gündelik yaşamını, sorunları
ve özlemlerine de yer vermeliydi (Karpat, 2009: 176). Buna göre, Cumhuriyet
dönemi süresince de roman yazarlarının en çok üzerinde durdukları konunun sosyal
değişme meselesi olduğu görülmektedir. Nitekim Cumhuriyetin ilanıyla, çok önce
başlamış olan sosyal değişme sürecinin hızını artırarak devamı ve köklü bir hal
alması, entelektüel kimliği ile ön plana çıkan bazı roman yazarları tarafından göz
ardı edilmemiştir (Şahin, 2000: 53).

2. Bulgular

2.1.    Romanlarda Toplumsal ve Siyasal Konulara Yaklaşım

Yukarıda da değinildiği gibi Cumhuriyet’in ilk yıllarında “yeni” değerlerin
topluma benimsetilmeye çalışıldığı bir dönemde roman, yeni toplum ve yeni insan
konusunda sosyal ve politik roller oynamış, onun aracılığıyla topluma yön verilmek
istenmiştir. Buna göre romanın en önemli fonksiyonlarından biri yeni kurulan
Cumhuriyet’in değerlerini topluma aktarmak ve ulus devlet olma sürecine katkı
sağlamak olmuştur. Söz konusu katkı sağlanırken ise bir taraftan geçmişin “eskimiş”
kurum ve anlayışının eleştirilerin odağına alındığı bir taraftan da halkı yol
gösterilmesi gereken bir unsur olarak değerlendirildiği dikkat çekmektedir. Diğer bir
ifadeyle, romanlarda eleştirilen temel unsurun “geçmişin köhnemiş kurumları ve
zihniyeti ile milli bilinci oluşmamış halk” olduğunu söyleyebilmek mümkündür.
Buradan hareketle çalışmanın bu kısmında hem “eski”nin hangi temalar üzerinden
ele alındığı hem de halka yaklaşımın nasıl olduğu irdelenecektir.

2.1.1.    “Eski” Toplumsal Zihniyetin ve Kurumların Eleştirisi

Ulus devlet olma sürecinin etkin olarak tanımlanabilecek roman yazarlarının,
Anadolu’ya yöneldikleri görülmektedir. Bu bağlamda Anadolu’yu geri kalmış bir
toplum, insanlarını yüzyıllardır ihmal edilmiş ve cehalete teslim edilmiş bir kitle
olarak kabul edip kendisini onları aydınlatmaya adayan bir karakter “Yeşil Gece”
romanındaki Ali Şahin’dir (Balcı, 2002: 162). I. Dünya Savaşı öncesinden Kurtuluş
Savaşı sonrasına kadar geçen bir zaman dilimini kapsayan romanda söz konusu
karakter, medresede okurken buradaki eğitimi, yanlış ve yetersiz bularak öğretmen
okulunu tamamlayan ve Ege Bölgesi’ndeki bir kasabada gerici ve çıkarcı birtakım
güçlerle savaşan idealist bir öğretmen olarak temsil edilmektedir.

Eserde, Ali Şahin kimliğinde simgeselleştirilen tipin toplumsal eleştirilerinin
merkezinde yer alan konuların başında “eski/medrese eğitim sistemi, “din adamları”
ve bunların toplum üzerindeki olumsuz etkileri gelmektedir. Bu bağlamda yapılan
eleştirilerin “eski eğitim”/”yeni eğitim”, “din adamı”/”fen adamı” gibi ikili
karşıtlıklar üzerinden oluşturulduğu görülmektedir. Örneğin eserin kahramanı
öncelikle kendi kişisel gelişim serüveni üzerinden medrese eğitiminin olumsuz
etkilerine dikkat çekmektedir. Nitekim “eski” sistemin “boş” ve “yanlış”
düşüncelerinden arınan Ali Şahin, kendisindeki değişimi şu şekilde tarif etmiştir:

“..eski haliyle şimdiki hali arasındaki farkı hiçbir zaman bu kadar
keyif ve iftihar ile görmemişti. Evet aradaki fark sadece o zamanki aç,
sefil çömeze mukabil, şimdi eli ekmek tutmuş bir mektep mezunu,
devletin aylıklı ve itibarlı muallim efendisi olmasından ibaret değil.

Artık, boş vehimler ve hurafelerden de kurtulmuştu. Başının içinde bu
açık eylül sabahının manzaralı gibi aydınlık, hududu, hendesesi belli
ve nizamlı şeyler vardı. Artık ne düşündüğünü, ne istediğini, bu
dünyada vazifesinin ne olduğunu biliyordu” (Güntekin, Tarihsiz: 16).

Görüldüğü gibi “yanlış inançlar”dan kurtulmanın gururunu yaşayan söz
konusu karakter, devlet memuru olmanın “onurlu” ve “itibarlı” konumuna da dikkat
çekerek yeni eğitim sisteminin etkisiyle hayata dair amaçlarını daha iyi
belirleyebildiğine işaret etmektedir. Nitekim kişisel “inkılabını” gerçekleştiren ve
“ateşli bir milliyetçi haline gelen” (Güntekin, Tarihsiz: 48) Ali Şahin’in amacı
“milletine sadık Cumhuriyetperver Türkler yetiştirmek”tir (Güntekin, Tarihsiz: 60).

Bu çerçevede öğretmenlik misyonuna bir “dinmişçesi”ne inanan ve bu
görevine kutsal anlamlar yükleyen Ali Şahin, daha önce inanmış olduğu değerlerden
duyduğu pişmanlığı ise şu şekilde ifade eder:

“Benim bütün felaketim; uzun seneler ebedi bir hayat ümidiyle
yaşamış, dünyayı görmemiş olmamdan ileri geldi.. ebedi hayat
tahayyül etmeseydim adem fikri karşısında bu derece perişan olacak
mıydım? Ben şimdi yararlı bir insan sayılırım. Ömrümün sonunu
kadar alil kalacağım; bu yaranın acısını derinden derine hissedeceğim.
Yetiştireceğimiz nesilleri sonradan gelecek hayal inkisarından
korumak için mümkün olduğu kadar hayalsiz yetiştirmeli” (Güntekin;
Tarihsiz: 48).

Görüldüğü gibi söz konusu karakter üzerinden medresede verilen eğitime
göndermede bulunularak, bunun neden olduğu olumsuz etkilere işaret edilmekte ve
yeni nesillerin bunlardan yara almaması için pozitivist düşüncelerle donatılmış bir
eğitim ve düşünce sistemine ihtiyaç olduğu da ima edilmektedir. Bu bağlamda
“yeni” eğitim sisteminin yetiştirdiği insanların hayata daha “umut” dolu ve “kararlı”
yaklaşabileceği eğretilemesinde bulunan Ali Şahin’in; “eski” eğitim sistemini ve
bunun oluşturduğu zihniyeti “koca bir kainatı başına yıkan inançlar” olarak
nitelendirdiği, “yeni” düşüncelerle oluşturulmuş bir hayat gailesinin ise “hayattan
korkulacak bir şey kalmaması” olarak açıkladığı görülmüştür (Güntekin, Tarihsiz:
51).

Buna göre medrese eğitimine ve bunun oluşturduğu zihniyete/düşünce
yapısına karşıt bir tutum geliştiren söz konusu karakter, öncelikle medresedeki
hocaların “kötü” özelliklerine ve bunların toplum üzerindeki olumsuz etkilerine
işaret etmektedir. O’na göre medrese hocaları; “yalancı şahitlikle geçinen”, “kendi
alanlarında bile yeterince bilgi sahibi olmayan”, “kadınları taciz eden ve
aşağılayan”, “tecrübesiz genç kızlarla, yaşlı dullarla cinsel ilişkiye giren” “bağnaz”,
“üç beş liralık bir ihsan için Allah’ı da Peygamber’i de tereddütsüz satan” kişilerdir
(Güntekin, Tarihsiz: 24 -32). Medrese hocalarını bu şekilde tanımlayan Ali Şahin,
onların ve bilgi kaynaklarının “ruh” ve “ahiret” gibi konularda oluşan sorulara
doyurucu cevaplar veremediklerine de işaret etmekte ve bu nedenle din ilimlerinin
onun nazarında “hikmet-i mevcudiyeti”nin kalmadığını belirtmektedir (Güntekin,
Tarihsiz: 34 -42). Bunlardan hareketle medreseyi ve sahip olduğu düşünce yapısını
“karanlık”la sembolize ederek, “yeşil gece”ye benzetmiştir. Ali Şahin’e göre,
Anadolu’da fikirlerin geri, insanların sefil kalmasının, işlerin kötü gitmesinin sebebi
ise hep bu yüzdendir. Bu konudaki üzüntüsünü ise “zavallı memleket, asırlardan beri
yeşil bir gece içinde yaşıyordu. Halk dünyayı hep bu karanlığın arasında görüyordu”
sözleriyle ifade etmektedir (Güntekin, Tarihsiz: 43).

Bu bağlamda “eski” eğitim sistemini de yeşil türbe kandiline benzeten Ali
Şahin, medreselerin ilim ve nur diye adlandırdığı şeylerin, sisli bir ışık gibi insana
kasvet ve ümitsizlik veren şeyleri aydınlattığını, her şeyi korkulu vehimler ve
hayaller şekline soktuğunu ve asırlardan beri nur diye bu yeşil gecenin içinde
yaşandığını ifade etmektedir (Güntekin, Tarihsiz: 70). “Eski” eğitimi bu şekilde tarif
edilirken, çeşitli şekillerde bunun toplumda yarattığı “ikiliklere” de dikkat
çekilmektedir. Örneğin medrese eğitimi alan “başına sarık sarılan” öğrencilerin, ayrı
bir bayrağın altına geçmiş gibi olduklarına işaret ederek, diğer öğrenciler arasına
yabancılık girdiğini ve zaman içinde bunların “sarıklılar” ve “sarıksızlar” diye “iki
düşman” gruba dönüşeceğini ifade edilmektedir (Güntekin, Tarihsiz: 19). Diğer
taraftan “softaların”, okuryazar takımını ve kendi ordularına aldıkları bir kısım
çocukları berbat ettiklerini, buna karşılık “işi gücü, çoluğu, çocuğu, hâsılı kendi
dünya gailesiyle meşgul asıl halk üzerinde derin etkilerinin olmadığını”
düşünmektedir. Bu çerçevede “asırların yaptığı bir zihniyeti yıkmak ve yenisini
yapmak için yine asırlar lazım diyenlere pek hak vermemek gerektiğini”
vurgulamıştır (Güntekin, Tarihsiz: 93). Böylece yeni değerlerin topluma
yerleşebilmesi için, “eski”lerle mücadele edilmesi gerektiğine işaret ettiğini
söyleyebilmek mümkündür.

“Yeşil gece”den kurtulmak için bu mücadelenin yapılacağı birincil mekânlar
ise “yeni mektep”tir (Gürpınar, Tarihsiz: 93). Buna göre Ali Şahin “yeni”
mekteplerde çocuklara sadece “müspet” ve “faydalı” şeyler öğretmeyi, din ilimlerini
mümkün olduğu kadar yüzeysel ve zararsız bir şekilde geçmeyi, hurafelerle ve
“israiliyat” ile savaşacağını ifade eder (Gürpınar, Tarihsiz: 60). Ancak Sarıova’da
yapmak istediği inkılâbı tek başına başaramayacağının farkında olan karakter,
“münevver müttefiklere” ihtiyaç duymaktadır. Sarıova’da az sayıda da olsa “yeni”
fikirli, iyi tahsil görmüş, memurlara, milliyetçi genç insanların olduğunu düşünen
Ali Şahin, bu münevverleri aynı amaç altında toplamayı programının en başına
koymuştur. Bu noktada münevverlerin sayıca az olmasını önemsemeyen söz konusu
karakter, “ne istediğini bilen sekiz, on münevver insanın; karanlık fikirli ve karanlık
maksatlı hesapsız cahil sürülerini dilediği gibi sevk ve idare edebileceği”ni ifade
etmektedir (Güntekin, Tarihsiz: 60). Böylece toplumun “karanlıktan” kurtulması için
tüm “aydınların” birlikte hareket etmeleri gerektiğine işaret edildiğini söyleyebilmek
mümkündür.

“İlim” ve “fen”e oldukça önem veren bir karakter olarak imgelenen Ali
Şahin, kasabanın ilerlemesi için vereceği mücadelede “müspet fikirli, temiz emelli
müttefikleri”, fen adamları arasında daha kolay bulabileceğini düşünmektedir.
Nispeten bunu başarır; Deli Necip lakaplı bir mühendis, Polis Kazım Efendi, Rasim
ve birkaç öğretmen arkadaşıyla aynı idealler etrafında birleşmişlerdir (Güntekin,
Tarihsiz: 70, 87). Buna göre Ali Şahin’in düşüncelerinin erken Cumhuriyet
döneminin hem pozitivist bilime ve bilim adamlarına verdiği önemi hem de bunlara
modern hayatın gerekleri doğrultusunda toplumun dönüştürülmesi için yüklediği
görevlerin izlerini taşıdığı ifade edilebilir.

Böylece Ali Şahin ve arkadaşları, “eski” zihniyetin temsilcisi olan ve “yeni”
mekteplerin değerini halkın gözünde küçültmeye çalışan “softalarla”, onların
kurduğu “kumpaslarla” ve topluma verdikleri “zararlarla” mücadele etmeye
başlamışlardır. Bu mücadelenin en yoğun yaşandığı olaylardan biri Kelami Baba
türbesinin yakılması ve hiçbir ilgisi olmadığı halde olayın sorumlusu olarak halk
tarafından sevilmeyen, alkolik Fransızca öğretmeni Nihat’ın gösterilmesidir. Ancak
verilen uzun uğraşlar neticesinde öğretmenin suçsuzluğu ispat edilmiştir. Burada
önemli olan husus ise haksızlıklarla mücadele eden Ali Şahin ve arkadaşlarının
“adaletin” temsilcisi olarak sunulmalarıdır. Nitekim onlar, hiç kimsenin sevmediği
ve itibar etmediği, herkesin suçladığı masum bir insanın suçsuzluğunun kanıtlanması
için çaba göstermişler ve haklılıklarını kanıtlamışlardır (Güntekin, Tarihsiz: 165 -
205). Nihat Efendi’nin zaferi Ali Şahin ve müttefikleri için de bir zafer olmuş ve
“son rezalet”, “softa partileri”ni bir hayli sarsmıştır (Güntekin, Tarihsiz: 206).
Böylece O ve arkadaşları mücadelelerinin meyvelerini almaya başlamışlardır.

Ali Şahin’in mücadele ettiği alanlardan biri de Kurtuluş Savaşı olmuştur.
Yunan ordusu İzmir’i işgal etmiş ve Sarıova’ya kadar gelmişlerdir. İçlerinde idadi
müdürünün, baş ulema Zühtü Efendi’nin, mutasarrıfın da bulunduğu memur ve eşraf
ile halkın büyük çoğunluğu telaşla bulundukları yeri terk etmeye başlamıştır. Diğer
taraftan Sarıova’da kalan Müslüman ve Hıristiyan halk arasında bir çatışma çıkma
ihtimali bulunmaktadır. Bir çatışma çıktığı taktirde Yunanlıların Sarıova’da taş
üstünde taş bırakmayacağını, kasabada kalan Müslümanları kılıçtan geçireceklerini
düşünen Ali Şahin, bunlara engel olmak için kafasına bir sarık geçirir ve halkı
yatıştırmaya yönelik bir konuşma yapar. (Güntekin, Tarihsiz: 218 - 223). Ali
Şahin’in halkı sakinleştirmedeki etkisini gören Yunan askerleri, O’na Yunan
Devleti’nin Müslümanlar hakkında fena bir niyeti olmadığına ahaliyi inandırması
için Büyük Cami’de ahaliye vaaz vermesini teklif etmiştir. Ali Şahin, kendisine
teklif edilen bu görevden “tiksinmekle” birlikte, verilen görevi yerine getirdiği
takdirde gizliden gizliye savaş yararına çalışabileceğini düşünmüş ve teklifi kabul
etmiştir (Güntekin, Tarihsiz; 228). Böylece Ali Şahin “Büyük Cami’de vaaza
başlamıştır. Bir taraftan halka sürekli sükûnet ve tevekkül tavsiye ederken bir
taraftan Yunan hükümetinin adalet ve şefkatini de methe mecbur kalan söz konusu
karakter, diğer taraftan da milli mücadele yararına çalışır ve bir süre sonra
Sarıova’dan ayrılır (Güntekin, Tarihsiz: 227 - 242).

Ali Şahin, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından bir müddet sonra Sarıova’ya
tekrar dönmüştür. Bu sırada hilafet kaldırılmış, medreseler, tekkeler kapanmış,
Sarıova’daki türbe kandilleriyle beraber Yeşil Gece de ebediyen sönmüştür. Diğer
bir deyişle Kurtuluş Savaşıyla birlikte “eski” ile “yeni”nin savaşında da “yeni” galip
gelmiştir. Böylece onun istediği ve düşündüğü şeyler tasavvur ettiğinden çok daha
az bir zaman içinde hakikat haline gelmiştir. Ali Şahin gördüğü manzarayı şu
şekilde ifade eder:

“Zühtü hocalar, Sarıova sokaklarında azgın arılar gibi uğuldayarak
dolaşan softa tabaları; başlarındaki fese, dillerindeki yenilik iddiasına
rağmen onlardan daha softa tabaları; başlarındaki fese, dillerindeki
yenilik iddiasına rağmen onlardan daha softa olan büyük memurlar,

Hacı Emin gibi altmışından sonra tövbekâr olmuş, eski eşkiyalar ve
derebeyleri müebbeden mağlup olmuştu” (Güntekin, Tarihsiz: 245).

Ancak Ali Şahin, kısa zaman içinde Sarıova’da çok fazla bir şey
değişmediğini anlamıştır. Nitekim Zühdü Efendi yine maarif müdürünün yanındaki
yerini almıştır ve görüşmeye gittiği müdür, O’nu “Herhalde şu işgal zamanında sarık
sarak Yunan hizmetine giren Şahin olmayacaksınız. Çünkü bu müfsit hoca, ne kadar
yüzsüz ve gabi olsa Sarıova’ya ayak basmaya cesaret edemez” sözleriyle
karşılaşmıştır. Bunun ardından Ali Şahin’e muallimliği aklından çıkarmasını ve bu
mesleğin, ancak temiz vicdanlı ve yeni fikirli insanlar için olduğu ifade eder
(Güntekin, Tarihsiz: 247 - 248). Böylece Ali Şahin “çok doğru söylemişler, inkılap
denilen şey bir günde olmuyor” diyerek, Sarıova’nın dörtyol ağzında, karanlıktan bir
ilham bekler gibi uzun uzun ileriye bakar ve şöyle der: “Şu ortadakini tutarsam beni
zaferin ve inkılabın doğduğu yere götürür. Orada derdimi nasıl olsa anlatırım”
(Güntekin, Tarihsiz: 249 - 250). Buradaki orta yol sadece terminolojik bir uzlaşmayı
ifade eder ve verilen siyasi mesaj ise devrime yeniden başlamanın zorunluluğudur
(Timur, 2002:84).

Tüm bu incelenen örneklerden hareketle, eserin milli kimlik oluşturma ve
ulus devlet olma sürecinin izlerini taşıdığını ve bu anlamda “eskimiş” kurum ve
zihniyetlerin ele alınarak, bunların yerine yenilerinin yerleştirilme çabalarının
güdüldüğünü ifade etmek mümkündür.

2.2.2. Milli Mücadele Dönemi’nde Halka Yönelik Eleştiriler

Yakup Kadri’nin Kurtuluş Savaşı yıllarını ele alan ve konusu itibariyle
edebiyat çevreleri tarafından çok tartışılan romanı “Yaban”da, İstanbullu bir aydın
ile Anadolu halkı arasındaki karşıtlık ele alınmaktadır. Nitekim romanın kahramanı
olan Ahmet Celal, Çanakkale Savaşı’nda kolunu kaybetmiş ve savaştan gazi olarak
kurtulmuş ancak savaş sonrasında yapayalnız kalmış İstanbullu bir karakterdir.
Bunlara bir de İstanbul’un işgali eklenince, hizmet eri olan Mehmet Ali’nin köyüne
gitmeye karar verir. Köydeki yaşamı sırasında bir taraftan İstanbul’un işgali
sonrasında gerçekleşen olayları takip ederek, köylülere durumun önemini ve
ciddiyetini anlatmaya çalışır. Ancak köyde, aradığı ilgiyi bulamaz. Bu bağlamda
romanda bir taraftan tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi kültür ikileşmesinden
kaynaklanan bir kopukluk ele alınırken, bir taraftan da vatanı kurtarmak için savaşan
ilerici aydınlarla Kurtuluş Savaşı’na inanmayan “gerici” köylüler arasındaki
kopukluk işlenmektedir. Nitekim romanın kahramanı Ahmet Celal ile köylüleri ayrı
dünyaların insanı yapan, okumuş kentli ile cahil köylü arasındaki farktan ziyade, bu
ikisinin Kurtuluş karşısındaki farklı tutumlarıdır (Moran, 1983: 173). Bu bağlamda
“cahil” köylü halkına, ritüellerine ve onların milli mücadele karşısındaki “duyarsız”
tavırlarına tepki gösterir. Buna göre söz konusu karakter, İstanbul yönetimine
muhalif5, milli mücadeleyi destekleyen ve “halk”a “yol göstermeye çalışan
yönleriyle, milli kimlik oluşturma sürecinin etkin bir aktörü olarak karşımıza
çıkmaktadır. Buradan hareketle söz konusu karakterin bu süreçte halka karşı nasıl
bir tavır aldığı incelenmiştir.

Yukarıda da belirtildiği gibi, romanın kahramanı Ahmet Celal ile köy halkı
arasında yaşanan karşıtlığın hissedildiği en önemli konu köy halkının Milli
Mücadele karşısındaki “duyarsız” ve “umarsız” davranışlarıdır. Bu bağlamda
öncelikle halkın, bir savaş gazisi olarak kendisine olan ilgisizliğe dikkat çekilmiştir.
Nitekim köy halkı, Ahmet Celal’in “kolsuz” olduğunun hiçbir şekilde farkında
olmadıkları gibi ona merhamet bile göstermemektedirler (Karaosmanoğlu, 2004:
19). Böylece köy halkının, vatan ve halk için cephede savaşarak sakat kalan bir
kişiye kayıtsız kaldıklarına işaret edildiğini söyleyebilmek mümkündür.

Köy halkının savaşa olan “duyarsızlığı”na kendisi üzerinden verdiği örnekle
dikkat çeken Ahmet Celal’in, aynı tutumun, cephelerdeki savaş haberlerine ilişkin
olarak da sürdüğü vurgulanmaktadır. Nitekim söz konusu haberlere köy halkının
tepkisini şu şekilde dile getirmiştir:

“ .. Urfa’da, Antep’te kanlı olaylar cereyan etmekte olduğunu haber
veriyor ve her birinin yüzüne ayrı bir dikkatle bakıyordum. Hiçbirinde
ne hayret, ne dehşet ne de alelâde bir alâka izine tesadüf etmedim.

Ateşin içinden henüz çıkmış olan Mehmet Âli bile artık bunları
geçmiş zamana ait bir masal gibi dinliyordu” (Karaosmanoğlu, 2004:

26).

Bu çerçevede köy halkının savaşta kazanılan “zafer sevinci”ne ilgisiz
kalmaları da eleştirilmektedir. Örneğin Ahmet Celal bu duruma, I. İnönü Zaferi’nin
kazanıldığını öğrendikten sonra yaşadığı mutluluğu köy halkıyla paylaştığı sırada
dikkat çekmektedir. Şöyle ki zaferden büyük mutluluk duyan Ahmet Celal, bunu her
ortamda dile getirmiş, ancak kendisinin yaşadığı mutluluğu ve heyecanı köy
halkında göremeyince, hatta bu duygularının onlar tarafından eleştirildiğini görünce,
duygu ve düşüncelerini şu şekilde ifade etmektedir:

“Eleme, kedere hatta sevince bir sınır tayin etmek. Bunu, yalnız
şehirlerde olur bilirdim. Meğer insan, köylerde, dağ başlarında ve
mağara kovuklarında da samimi olmak, içinden geldiği gibi, içinden
geldiği kadar gülüp ağlamak hürriyetine sahip değilmiş. Toplumun
görenekleri, kuralları, insanların yarı çıplak yaşadıkları bu köstebek
yuvalarında da aynı şiddetle hüküm sürüyormuş” (Karaosmanoğlu,

2004: 39).

Kazanılan zaferin basın tarafından da “neşeyle” karşılanmaması, “.. bu büyük
olay, gazetelerde alelade bir havadis gibi geçti? Hiçbir yerde, Mustafa Kemal’in
İsmet Paşa’ya, İsmet Paşa’nın Mustafa Kemal’e çektiği telgraflar, alevden birer satır
halinde, gökyüzüne çizildi mi?” (Karaosmanoğlu, 2004: 40) sözleriyle
eleştirilmektedir.

Aynı kapsamda eleştirilen bir diğer unsur, savaşın ciddiye alınmaması ve
seyirlik bir olay olarak algılanmasıdır. Köylünün söz konusu davranışlarına şu
şekilde dikkat çekilmektedir:

“Uçakların gelişi geçişi, köylüleri eğlendiriyor. Hepsi sırtlarını duvara
dayayıp, ağızları bir karış açık seyrediyorlar ve bir: ‘vıyy vıyy vıyy
anacağım!” dır gidiyor. ‘Görünyon mu, bu daha büyük’, ‘Yok, yok, o
daha büyük’, “Bu öndeki hızlı uçuyor, ‘Öbürü daha ağır geliyor’
derken bazısı baş aşağı inecek gibi olunca, gene hepsi bir ağızdan:

‘Aman, aman, düşüyor’ diye bağrışıyorlar” (Karaosmanoğlu, 2004:

149).

Ahmet Celal’in, köy halkının savaşa karşı olan tutumuna ilişkin dikkat
çektiği unsurlardan bir diğeri de Türk ordusunun savaşı kazanma ihtimaline karşı
“güvensizliği”dir (Karaosmanoğlu, 2004: 127). Hâlbuki Ahmet Celal, Anadolu
ordusunu kendisini yaşadığı “kötü” hayat şartlarından kurtaracak bir güç olarak
nitelendirmektedir (Karaosmanoğlu, 2004: 108). Böylece söz konusu karakterin,
ülkenin içinde bulunduğu olumsuz şartları değiştirecek kuvvet olarak Anadolu
ordusunu işaret ettiğini söyleyebilmek mümkündür. Ancak kendisiyle aynı kanaatte
olmayan köy halkının Türk askeri hakkındaki, “.. Askerin geçtiği yerde ot bitmez.
Göçer ama, bize bir şey bırakmaz. Önümüz kış. Bize bir şey bırakmaz” sözleri ise,
“basit” ve “aşağılık” olarak nitelendirilmektedir (Karaosmanoğlu, 2004: 127). Köy
halkının Milli Mücadeleye ve Türk ordusuna ilişkin yaklaşımını bu şekilde ortaya
koyan Ahmet Celal, “cepheden kaçtıkları” ve “düşmanın neler yaptığını görmezden
geldikleri” için de yaşanacak felaketleri de hak ettiklerini düşünmektedir.
(Karaosmaonğlu, 2004: 131).

Diğer taraftan Ahmet Celal’in dikkat çektiği bir diğer konu köy halkının
kimliklerini “Türk” değil, “Müslüman” olarak tanımlamalarıdır. Nitekim, Ahmet
Celal’le bir köylü arasında şöyle bir konuşma geçer:

“-Biliyorum beyim sen de onlardansın emme.

-Onlar kim?

-Aha, Kemal Paşa’dan yana olanlar..

-İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?

- Biz Türk değiliz ki, beyim.

-Ya nesiniz?

Biz İslamız, elhamdülillah. O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar”
(Karasomanoğlu, 2004: 153).

Buna göre savaş kazanılsa bile elde edilecek tek şeyin “yalnız bu ıssız
topraklar, bu yalçın tepelerdir” diyen ve “Millet nerede?” sorusunun, cevabını “O
henüz ortada yok” şeklinde veren Ahmet Celal kimliğinde tipin, milli kimlik
oluşturma noktasındaki misyonu ise “onu (milleti) bu Bekir Çavuşlar, bu Salih
Ağalar, bu Zeynep Kadınlar, bu İsmailler, bu Süleymanlarla yeni baştan yapmak
gerecektir” (Karaosmanoğlu, 2004: 153) sözleriyle açıklanmaktadır.

Tüm bunlardan hareketle, Milli Mücadele ve milli kimlik oluşturma
sürecindeki rolünü ve misyonunu bu şekilde ifade eden karakterin, bu süreçte “dış
düşmanlar”dan çok “iç düşmanlar”dan korktuğu belirlenmiştir. Nitekim köye
gelmeden önce mücadelenin Anadolu insan aracılığıyla yapılacağını düşünen söz
konusu karakterin, buradaki yapılanmayı gördükten sonra ümitsizliğe düştüğü ve
Anadolu’da aradığını bulamadığı görülmektedir. Buna göre eserde Türk aydınını
sembolize eden karakter Anadolu’nun “düşmana akıl öğreten müftüler”den,
“düşmana yol gösteren ağalar”dan, “komşusunun malını talan eden kasaba
eşrafı”ndan, “asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınlar”dan, “frengiden
burnu çökmüş sahte sofular”dan, “cami avlusunda oğlan kovalayan softalar”dan
oluştuğuna dikkat çekmekte ve bir “aydın” olarak “yalnızlığı”nı vurgulamaktadır
(Karaosmanoğlu, 2004: 110).

Ancak tüm bunların sorumlusu olarak Ahmet Celal, aydınları işaret
etmektedir. Nitekim bu noktada aydınlar; “viran ve yoksul insan kitlesi için bir şey
yapmamakla”, “yüzyıllarca “kanını emdikten sonra ve posası”nı atmakla”, “halkın
ruhuna nüfuz edememekle”, “halkı aydınlatamamakla”, “hayvani duyguların,
cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bırakmakla” suçlanarak, sert bir şekilde
eleştirilmektedir. (Karaosmanoğlu, 2004: 110 - 111). Böylece yeni bir milli kimlik
ve ulus devlet inşa etme sürecinin etkin aktörleri olan aydınlara; halkı daha iyi
tanımaları, onların sorunlarını göz önünde bulundurmaları ve bir nesne olarak değil
özne olarak ele alınmaları gerektiği mesajının verildiğini söyleyebilmek
mümkündür. Diğer taraftan söz konusu karakterin, Türk aydınının devletin yetkin
kadroları olarak hizmet veren asker-aydını temsil ettiğini ve halkı bir nesne olarak
görüp, bu nesnenin aklın gerekliliklerine göre biçimlendirilmesi gerektiğini savunan
anlayışı sembolize ettiğini söyleyebilmek mümkündür. Nitekim halkı hem yaşam
tarzı, hem de Milli Mücadele’deki yaklaşımları nedeniyle eleştiren söz konusu
karakter, kendine halkı bilgilendirmek, eğitmek, yol göstermek gibi misyonları
yüklemektedir.

SONUÇ

Günümüzde diğer toplumsal faaliyetlerden yalıtılmış görünmekle birlikte,
sanat ve edebiyatın ne geçmişi ne şimdisi siyasi ve ideolojik müdahalelerden
kurtulabilmiştir. Nitekim bu tarihi yazar, ürün, edebi aygıtın diğer öğeleri, toplum ve
siyasi iktidar arasındaki güç ilişkilerinin tarihi olarak da adlandırmak mümkündür.
Bu anlamda kültürel alanın milli kimliklerin ve kamuoyunun oluşumunda, özellikle
geç uluslaşan ülkelerde ne denli önemli olduğu bilinmektedir. Bu nedenle
Cumhuriyet Türkiye’sinde roman sanatı, edebiyatın kendi dinamiklerine
bırakılamayacak kadar ciddiye alınmış, siyasi düzeydeki bilgi edebiyata
uyarlanmıştır (Türkeş, 2009:845). Başka bir ifadeyle, roman toplumu dönüştürmenin
önemli bir aracı olarak hizmet veren bir nesne olarak görülmüştür.

Buna göre edebi ürünlerin zihniyet araştırmaları için çok önemli kaynaklar
olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu ürünler içinden çıktıkları toplumun
tarihine, konu aldıkları döneme ve o dönem içindeki sosyal bir sınıfın özelliklerine
dair önemli bilgiler içermektedir. Herhangi bir dönemde yazılmış edebi ürünleri
incelemek, genel hatlarıyla, ilgili dönem insanının değerler sistemine bakışını ve
gelecek zamanların olası eşkalini de içermektedir (Şahin, 2000: 46). Bu bağlamda
çalışma kapsamında incelenen romanlara bakıldığında, her ne kadar kurgusal bir
yapıyı içermekle birlikte, yazıldıkları döneme ve çevreye ait önemli bilgiler
verdiğini söyleyebilmek mümkündür. Nitekim söz konusu romanların ulus-devlet ve
milli kimlik bilincinin oluşturulmaya çalışıldığı yeni bir dönemin bakış açısını net
bir şekilde yansıttığı görülmektedir. Bu çerçevede çalışmada ele alınan romanların
odak noktalarından birinin, Osmanlı mirasını reddetmek ve bu anlamda geçmişi
eleştirmek olduğu dikkati çekmektedir. Bunun yanı sıra halk da milli bilinçten
“yoksun” oldukları gerekçesiyle sorgulanmaktadır. Resmi ideolojinin edebi alandaki
uygulayıcıları olarak değerlendirilebilecek bu eserlerde, edebiyatın siyasal iktidara
karşı eleştirel rolünü geri plana itilerek, onunla mesafeden çok yakınlığı ifade ettiği
görülmüştür. Öyle ki bu eserlerde, iktidarın sanata en çok gereksinim duyduğu
anların, toplumları istediği biçimde yukarıdan aşağıya doğru değiştirmeyi
öngördükleri bir ortamın etkileri hissedilmektedir.

KAYNAKLAR

Açıkel, F (2003) Devletin Manevi Şahsiyeti ve Ulusun Pedegojisi, Tanıl Bora (Ed.),
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, İstanbul: İletişim
Yayınları, s. 117-139.

Andaç, F (2002) Romanın Yüzyılı, Hece Dergisi Türk Romanı Özel Sayısı, 65-66¬
67, s. 107-110.

Akman, A (2003) Milliyetçilik Kuramında Etnik/Sivil Milliyetçilik Karşıtlığı, Tanıl
Bora (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, İstanbul:
İletişim Yayınları, 2003, s. 81-90.

Balcı, Y (2002) Türk Romanında Aydın Problemi (1908 - 1950), Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları.

Güneş, A (2007) Edebiyat Ve Toplum, Muhafazakâr Düşünce, 13- 14, s. 69 - 94.

Güntekin, R (Tarih Yok); Yeşil Gece, İstanbul: İnkılap Yayınları,

Jusdanis, G (1998) Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, Tuncay Birkan (Çev.),
İstanbul: Metis Yayınları.

Kadıoğlu, A (2003) Milliyetçilik-Liberalizm Ekseninde Vatandaşlık Ve Bireysellik,
Tanıl Bora (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik,
İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, s. 284 - 292.

Kahraman, H.B (2004) Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma,
Uygur Kocabaşoğlu (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce:
Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 125-139.

Karaosmanoğlu, Y (2004) Yaban, İstanbul: İletişim Yayınları.

Karpat, K (1962) Türk Edebiyatında Sosyal Konular, Ankara: Varlık Yayınları.

Karpat, K (2009) Osmanlı’dan Günümüze Edebiyat Ve Toplum, İstanbul: Timaş
Yayınları.

Özkırımlı, A (1983) Anahatlarıyla Edebiyat, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Anksiklopedisi, Cilt 3, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 580 - 606.

Şahin, İ (2000) Türk Romanın Tarihi Gelişimi, Türk Yurdu Dergisi, 153, s. 45 - 66.

Türkeş, Ö (2003) Milli Edebiyattan Milliyetçi Romanlara, Tanıl Bora (Ed.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, İstanbul: İletişim Yayınları, s.
811 - 828.

Türkeş, Ö (2009) Toplum Ve Kimlik Kurma Kılavuzu Olarak Roman, Ömer Laçiner
(Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Dönemler Ve Zihniyetler,
İstanbul: İletişim Yayınları, s. 844- 869.

Uysal - Elkatip, Z (1999) “Modernleşen” Türk Edebiyatına Bir Bakış, Toplum ve
Bilim, 81, s. 127 - 137

iletişim Kuram ve Araştırma Dergisi

1

Arş. Gör. Dr., Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü.

2

reformist projenin taşıyıcı çerçevesi olarak belirlenmiştir. Modernist çabanın milli bir formatı
kullanmayı başlaması ise Cumhuriyet’in kurulması ve dönemin elitlerinin modernleşmeyi daha
köktenci şekilde tanımlayarak, geçmişle tüm bağlarının koparmak olarak gördükleri bir medeniyet
dönüşümünü amaçlamalarıyla olmuştur (Akman, 2003: 89).

3

   Devlet iktidarının merkezden taşraya doğru yayıldığı ve ulusal amaçlar için kitlelerin topyekûn
mobilizasyonunun amaçlandığı koşullarda, 19. yüzyıldan itibaren eğitim ve kültür alanları da
bürokratik bir nitelik kazanmıştır. Dolayısıyla Türk ulusçuluğuna, devlet geleneğinin şekillendirdiği
bürokratik - seçkin kültürü damgasını vurmuştur. Nüfusun büyük çoğunluğunun kırsal ve okur-yazar
olmadığı buna karşın merkezi siyasal - bürokratik aygıtın nispeten örgütlü ve modernize olduğu
Türkiye’de, kitlelerin yukarıdan uluslaştırıcı ve uygarlaştırıcı bir toplumsallaştırmaya tabi tutulması bir
takım zıtlıklar yaratmıştır. Örneğin bir taraftan merkezde yoğunlaşmış
öğretici-eğitici-bilgiç tavrıyla
ortaya çıkan rasyonalist - Batıcı ve bürokratik bir ulusçuluk yorumu ile diğer taraftan da taşra kökenli
popülist - milliyetçi muhafazakar milliyetçilik arasındaki sistemik bir gerilim ortaya çıkmıştır. Bu
çerçevede Türk uluslaşmasını, devletin el atmasıyla ulus inşa etme girişiminin son derece belirleyici
olduğu bir örnek olarak değerlendirmek mümkündür (Açıkel, 2003: 119). Diğer taraftan ulus-devlet
kurulduktan sonra Türk kimliği oluşturulmaya çalışılmış ve resmi Türk kimliği merkezi devletin
belirlediği yörüngede gelişmiştir (Kadıoğlu, 2002: 287).

4

   Türkiye’de, bürokrat - entelektüel kadrolar “medenileştirme” süreci yanında, “uluslaştırma” sürecinde
de öncü bir rol oynamışlardır. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminin bu önemli niteliği ulusal
toplumsallaşma stratejilerinin öğretici bir niteliğe bürünmesinin de nedenidir. Bu durum ise Türk
uluslaşma süreci açısından üç önemli sonuca neden olmuştur. Birincisi taşra - çevre kökenli popüler-
muhafazakar Türk ulusçuluğu bürokratik - devletçi ulusçuluk karşısında marjinal kalmıştır. İkinci
olarak ulusal teknolojileri biçimlendirecek bürokratik kadrolar
devletin organik — aydınları olarak işlev
kazanmıştır. Son olarak da ulus-devletin kurulmasını sağlayan siyasal devrimler burjuva-demokratik
bir karakterden çok,
burjuva-bürokratik bir karakter taşımıştır (Açıkel, 2003: 119).

Ancak aydınlar edebiyatı, milliyetçiliğin bir aracı olarak gördüklerinden, onun yardımcı millet ve
kimlik üzerinden eleştirel olarak düşünme potansiyelini ortadan kaldırmışlardır. Nitekim edebiyat
milliyetçiliğin başlangıç aşamasında bir halkın yabancı egemenlikten kurtulmuş özerk bir devlet
kurmasına yardım edebilmekle birlikte, modern sanatta gözlenen olumsuz bir işlev de görmek istediği
için aynı anda hem kimliği dolayımlayarak hem de onun üzerinde belli bir mesafeden düşünerek
paradoksal bir konum işgal etmektedir (Jusdanis, 1998: 77).

Ancak Cumhuriyet romanı, siyasi ve kültürel reddi mirasa rağmen, Osmanlı romanından tamamıyla bir
kopuş da yaşamamıştır. Hatta az sayıdaki Milli Mücadele romanı dışında, Cumhuriyet’in ilk yıllarında
üretilen metinlerde, genellikle Osmanlı dönemindeki temaların tekrarladığı görülmektedir. Nitekim
Cumhuriyet dönemi romanı, geçmiş dönem romanlarından miras aldığı bir gerçekliği geliştirip
sürdürmüştür (Türkeş, 2003: 820). Bu noktada Tanzimat dönemi aydınının modernleşme hareketine
bakışı, sosyal ve siyasi organizasyonu değiştirmek amacıyla kullandıkları fikirler, Cumhuriyet dönemi
aydını tarafından da devam ettirilmiştir (Şahin, 2000: 58). Bu durumla bağlantılı olarak, teknolojik
gelişmesini sağlayamamış bir toplumda Batı’ya dönüklük ve oradan alınabilecekler, tıpkı Osmanlı’da
olduğu gibi, toplumsal bünyede ikilimler yaratmış; gerçekleştirilen yenilikler halk tarafından çok kolay
benimsenmemiştir (Andaç, 2002: 108). Her iki dönem arasındaki bir diğer ortak nokta da,
geleneksellikten koparak modernliğe geçen bir toplumda otorite arayışının, otoriteye bağlılık özleminin
ve alışkanlığının değişmemesi, bu niteliklerin sadece biçim değiştirmiş olmasıdır (Uysal-Elkatip, 1999:
136).

5

Örneğin İstanbul hükümetine olan tepkisini şu sözleriyle ifade etmektedir: Geçen gün aldığım
İstanbul Gazetelerinde okudum. ‘Sevr Muahedesi’ esas itibarıyla kabul edilmiş. Damat Ferit hükümeti
onu imzaya üç kişi yolluyormuş. Bu üç kişiden biri de Rıza Tevfik’tir. O Rıza Tevfik ki bize Türk
folklorunun zevkini veren ilk adamdır. Türk halkına bu hıyaneti reva görmesinin sebebi ne? Niçin, bir
yaşlı heyetine girip bu arık topraklarda dolaşarak milletin ıstırabını terennüm ediyor?”
(Karaosmanoğlu, 2004: 66).